Bankacılık sektörü açısından bakıldığında ülkemizde faaliyet gösteren bankaların çok önemli bir kısmının sahipliğinin yabancılarda olduğunu görebilirsiniz. Bunun yanı sıra bazı yabancı bankaların veya finansal kuruluşların Türkiye’de faaliyet gösteren bankalar içinde hakim ortak olmasa da, stratejik ortaklık adı altında hatırı sayılır bir hisse payına sahip oldukları da bir gerçek. Bu kimilerini rahatsız etse de, tasarruf alışkanlığı gittikçe azalan, ancak tüketimi sürekli artış trendinde olan bir ülke olarak yarattığımız değerleri, markaları ve şirketleri satmamız normal karşılanmalı. Nedenini kısaca açıklamaya çalışalım.
Bankacılık, çeşitli yatırım enstrumanlarını gerçek veya tüzel kişilere sunarak kaynak toplayıp, bu kaynakları ihtiyacı olan kişilere çeşitli ürün ve hizmetlerle borç vermeye aracılık yapmak olarak düşünülebilir. Aracılık yaparken de elbette bundan gelir elde etmek temel hedef. Geleneksel bankacılık faaliyetinde faiz, gelirlerin toplamı içersinde önemli bir paya sahip. Bununla beraber verilen hizmetler kapsamında yaratılan katma değerli servislerde de ücretlendirme söz konusu. Hesap işletim ücreti, kart aidatı, kredi dosya masrafı, program ücreti, havale, eft ücretleri bir nefeste sayabildiklerimiz.
Ülkemizde bankalar kaynak ihtiyaçlarının tamamına yakınını yurt dışından sendikasyon kredileri aracılığıyla karşılıyorlar. Hal böyle olunca bu sendikasyon kredilerine aracılık eden veya kaynak sağlayan yabancı bankaların, sahip olmadıkları paraları harcamaya meraklı vatandaşların bulunduğu bir ülkede banka alıp veya kurup, karlarını artırmak istemeleri gayet normal bir durum oluyor.
Bir ülke tasarruf etmeyi bırakıp başka ülkelerin tasarruflarından borç alarak tüketim yaparsa, bu durum ülkede sunulan mal ve hizmetlerin fiyatlarının artmasına sebep oluyor. Bu da tüketicileri, daha fazla borç yükü altına girilmesine ve daha fazla faiz ödenmesine yol açan bir kısır döngüye sokuyor.
Ayağını yorganına göre uzatmak diye bir atasözümüz vardır. Şu aşamada birçok tüketici ayağı, bankalar tarafından kendilerine kiralanan/ödünç verilen kocaman yorganların altında yata yata büyüyor. Büyüyor derken aslında sürdürmemesi gereken bir yaşam standardını borçlanarak devam ettirmeye çalışıyor. Eldeki kiralık yorganın rahatlığından kimse kendi yorganı ne durumda, ona ne kadar sığıyor kontrol etmiyor. Ancak bu ödünç yorgan maalesef bir ömür boyu kullanılabilir değil. Avrupa’ya göre daha genç bir nüfusa sahip olarak, ileriyi düşünmeden aslında ihtiyacımız olmayan pek çok şey için geleceğimizi ipotek altına veriyoruz. Yaş ilerleyip elde ettiğimiz gelirler azalmaya başladığında, bunun geri dönüşünün ne kadar ızdıraplı olabileceğini hiç aklımıza getirmiyoruz.
Tüketici finansmanı ürünlerinin sağladıkları kaldıraç etkisiyle itiyaçların karşılanmasında önemli katkıları var. Ancak ihtiyaçları karşılarken size sunulan alternatiflerde bu ürünlerin sağladığı kaldıraç değil, ele geçen net gelir dikkate alınmalı. Bunun yanı sıra sahip olunan düzenli gelirin belirtli bir kısmı her zaman birikime ayrılmalı. Temel ihtiyaçların kaldıraçlı ürünler kullanılarak karşılanmasının süreklilik arz etmesi gibi bir durumun söz konusu olmadığı gerçeğini kabul ederek ayağımızı bize ödünç verilen yorgana göre değil, kendi yorganımıza göre uzatmalıyız.